GECE YARISI

3 Kasım 2015 Salı

Saat gece yarısı olmadı tam olarak.
Kulağımda bir şarkı dolanıyor; 'Hasretinle yandı gönlüm...'
Ellerim soğuktan bir tık aşağıda. Sıcak değiller. Sadece yaşıyor olmamın belirtisi olan bir ısısı var.
Burnum da üşümediğine göre, kış gelmemiş.
Kar yağsın istediydi bu gönül şu saatte. Ve gün sayıyor bunun için.
Sokak lambasının birkaç santim altına gözlerini dikip, kar tanelerini seçmek istiyor bu gönül.
Hasret ile yanıyor bu gönül. Bana dahi belli etmeden üstelik...

Önümdeki bardağın içi kahve ile dolu.
Her şeyi şekersiz içebildim de şu şeyi şekersiz içemedim.
İçilmiyor işte. Az da olsa şekerin tadına bakacak bardak. Damağım biraz tatlansındı ne olacak!
Son zamanlarda bir şeyin farkındalığına erişiyorum. Ve belki de beni sarsan şey de bu farkındalık.
Şimdi ben şu bardağa, hani en sevdiğim kahve-krem tonlarında ve üstünde kocaman kahve tonlarında çiçekler (papatya) olan şu bardağa (en sevdiğim kupam bu benim) on kaşık şeker atsam ne olur biliyor musun?
Hiç şeker atmamışım gibi acı olur. Anlamsız ve gereksiz bir acılığı olur damağımdan yüreğime indikçe yudumlar.
Peki neden? Bunu da biliyor musun?
Ben bilmiyorum.
Yo hayır sanırım biliyorum.
Bilmeseydim iyiydi işte...

İnan bana, hatta dışarıda 'bozaaaa' diye bağıran bey amca da inansın ve hatta aşağı parkta çığıran çocuklar da inansın ki kahvenin tadını alamıyorum son zamanlarda.
Martıya simit atıyorum bazen hani, işte o vakitlerde arkadan omzuma dokunup bir bardak kahve verecekmişsin gibi hissediyorum.
Hani Kadıköy iskelesi çıkışında, yolun ortasında oturup da melodika çalan çocuk var ya, işte onu elinden tutarak kaldırıp benimle birlikte balık yemeye götürecekmişsin gibi hissediyorum.
Sabah güneşinin yeni yeni sırtıma vurduğu vakitlerde, penceremden yukarı doğru o hiç uçurmadığım uçurtmayı davetkarca gökyüzüme bırakacaksın gibi hissediyorum.
Hissettiklerimi ve hissedemediklerimi bir bilsen... Kahve bardağıma bir çuval şekeri ellerinle dökmek isterdin.
En acısı da, kahveden de acısı olan; bunların hiçbirinin yaşanmış olmaması.
Bir o kadar ironik, bir o kadar ütopik ve bir o kadar da gerçekçi.

Saat şimdi gece yarısı işte.
Külkedisi için gitme vakti.
Kelimeler birer birer bal kabağına dönüşmeden, bir martının kanadına oturup uçma vakti.
Unutacak bir ayakkabım yok. Unutursam şayet, ayakkabıyı yerden alacak bir prens yok.
Ki zaten biz hiçbir baloda dans etmedik.
Ki zaten biz dans etmedik.
Ki zaten biz.
Biz değildik.

"-Eve gitsem daha iyi
İyide benim o darmadağın halimi bırakıp nereye,
Her gece saatlerce alıştırma yapıp da
Bir tek sevda sözcüğü fısıldayamamanın sıkıntısı
Aşksızlıktan solan bu cismi terk edip nereye gidiyorsun?
Merdivenlerden peşinizden koşup da
İsminizi haykırmayı size bakarken derinde
Bir acıyla kıvrandığımı fark etmeden nereye he…"



Beyza S.

ANIMSAMA

19 Ekim 2015 Pazartesi

En son yıllar önce görmüştüm seni.
Seni ve gözlerini.
Bir de tebessümünü. Başağı andıran saçlarını da.
En son yıllar önce.

Seneler girdi araya. Çokça seneler. Anımsanmamaya yetecek kadar seneler girdi.
Kaybolmaya yetecek kadar seneler girdi araya.
Bütün bu gelişim dünyası hakkında atıp tutan tarafım, birden bitaraf oldu sana ulaşınca.
Sahi neden ulaşmıştım?
Allah'ın selamını sana iletmek için mi? Yılların seni yaşlandırıp yaşlandırmadığını merak ettiğim için mi?
Evlenip evlenmediğin için mi? Yoksa sanki ölümsüzmüşsün gibi yaşıyor olma ihtimaline inandığım için mi?
Aslına bakarsan bunun cevabı net değil zihnimde.
Sadece iyi olup olmadığını soracaktım.
Ve sordum.

Birkaç selam kelam girdi bu sefer araya.
İçinde bulunduğum hayata ve bu hayatın vermiş olduğu psikolojiye küfretmek istiyordu kalbim.
Yanlış zamanlama! Çıkınız.
Ve kapıyı çalınız.
Çaldınız.
Siz?
Eski bir tanıdık.
Yanlış zamanlama!

Aman Allah'ım!
O nasıl bir parça. Şu kalbinin ortasındaki küçük, kırık ayna parçası da ne öyle.
Gözlerimi, kalbimi ve ellerimi fazlasıyla net görebiliyorum burada.
Yıllar öncesi neredeydi bu? Çok mu derine saklamıştın bunu? Fazla gömmüş olmalısın, veyahut ben iyi bir arkeolog değildim o zamanlar.
Dünyadaki tüm tarih bilimciler gelse, bu aynanın miladını anlatabilir mi bize?
Miladı umurumda olmaksızın görüyordum ve dokunuyordum bu parçaya.
Üstelik elimi kesmiyordu. Ya da ben akan kanları göremiyordum.
Kim bilir.

Yanlış zamanlama!
Maviyi şimdi sevdirmemeliydin bana. Belki daha sonra. Martı misali İstanbul'da.
Tüm mümkünlerin kıyısında.
Ve sadece o ayna parçasıyla.

Kandırmaca!
Gerçek dünyaya evvelden hoşgeldik.
Beyaz bir atın üzerinde gelmiyor tüm iyi haberler. Ve kefene sarılı gelmiyor tüm acı haberler.
Bazen 'beyaz' geliyor sadece.
Elinde çiçeği, kolunda sen ile.
Korna çalan arabaların önünü kesmiyor ama çocuklar.
Çünkü çocuk yok. Çocuklar yok. Hiçbir çocuk koşmadı o konvoyun arkasından.
Küsmüş olmalılar ayna parçasını kaybettikleri için.
Onları ve maviyi kaybettiğim için.

Beyazın masumiyet simgesi olduğuna bir an olsun inanmak istememiştim.
Başımı kaldırdığımda gördüğüm bu mavi gök, gri bulutlarla takas olmak için pazarlığa yatmalıydı. Öyle birden kaplamamalıydı gri bulutlar gökyüzümü.
Evvelden idi bu bulutlar.
Sadece bir müddet saklanmış olmalılar bir yerlere.
O halde evvelden hoşgelmişler olsun.

Bana da evvelden bu yana 'elde var hüzün'...




Beyza S.

EDEBİYAT DUVARI

10 Ekim 2015 Cumartesi


 ‘Edebiyat duvarı’ derdi bir ismi lazım değil.
Kelimelerine tutulursunuz bazılarının. Kelimelerine tutulur, sözüne aşık olursunuz. Devrik cümleler kurarsınız her şeye rağmen. Dosdoğru olmanız gerektiğini söyleyen tüm insanlara, bu hayatın saçma kurallarına rağmen.
Bazen sizin de ‘’varsın bu  kez de kurallarına göre oynamayayım bu oyunu’’ dedğiniz olmuyor mu?

Küçük bir isyan kıvılcımıdır bu.Hayata bir türlü uyarlayamadığınız, hatta belki saçma basit oyunlara bile sığdıramadığınız bir takım küçük isyan kıvılcımları.
Bizim gibiler nasıl oynar bu oyunu biliyor musunuz? Taşı çalar kimse fark etmeden. Bu çok başarılı bir hamledir. Hayattaki en profesyonel hamle belki de. Kimse görmeden yerine koyacağını sanmamalı bunu okuyanlar.Taşı çalarken birileri görse keşke diyen biri yazıyor bu yazıyı. Bu yüzden kimsenin göremeyişine isyan ederek gürültüyle geri koyar taşı. Aslında burda düşünülecek şey taşı neden çaldığıdır. Yani geri koyacağı su götürmez olan bu kişiliğin, taşı neden çalıyor olduğu sorusur bu. Bir iki seçenek sayılabilir.
Hayattaki en profesyonel hamleden yola çıkılırsa bu başarısını kendine ispatlama ihtiyacı olduğu sonucu çıkarılabilir. Taşı gürültüyle yerine koymasından ise bu başarıyı herkese ispatlama ihtiyacı..
Bunların yanı sıra çaldığını gizlemediği gerçeği de dış dünyaya bir şeylerin ispatıdır.Ancak ‘başarı’dan çok ayrı bir olgunun ispatı söz konusudur. YAPABİLİRDİM ama YAPMADIM. Hatta ve hatta tüm bunların toplamı eşittir: YapabilDİM ama yapmadım.
Yapabiliyor olmak ama yapmamak güçlülük müdür zayıflık mı tartışılır.Fakat nedense bu tarz davranışlarım zayıflığı daha ağır hissettiriyor bana.Güçlü hissettirdiği bir tarafı da yok değil ancak sanki bu zorunlu bir his gibidir. Sanki bunu kendime zorla hissettiriyorum gibidir. Sanki ben bunu aslında hissetmiyormuşum da hissetmem gerekiyormuş gibi bir histir..
Taş çalıp gürültüyle yerine koyma davranışı bir çok isyan içeriyor olabilir. Yani asında tüm bu davranıştan gürültüyle yerine koyma kısmını paranteze almak gerekirse; belki bir yalnız kalmışlık, ilgisizlik hissi çıkarılabilir. Bir ‘neden farkıma varılmıyor’ isyanı bir başka adıyla.

İnsanoğlu ne garip mahluk, psikoloji ne tuhaf şey. Psikoloji her şeyi içerir, insanoğlu psikolojiyi. Bir zaman zihnimin bir köşesinde biriktirdiklerimi bir cümleye dökmüşüm: Psikoloji her şeyi içerir! Eksik kalmış olduğu her halinden belli olan bu cümleyi bugün tamamlayabilişimi bu yazıya borçluyum. Bu yazıyı neye borçlu olduğumun cevabı ise bir çok şeydir.

Şimdi, şu an ne Üsküdar’ın ara sokaklarından birinde bir düğün salonunda olmak isterdim ne de Mardin’de ruhumun birkaç parçasının gömülü olduğu şehri izlemek için çıktığım bir taşın üzerinde.
Zannederim ki bu yarı bilimsel yazıya bir şey daha borçluyum.Hüzünlü bir tavırdır bilimsellik ancak; edebiyat duvarını aşmamın en gerçek yolu..


Merve Ş.

BİR ÇOCUK AĞLARKEN

20 Eylül 2015 Pazar

Bir çocuk ağlarken, öylece izlememelisiniz!
Bir çocuk ağlarken, ağlamayı kesmesi için onu sarsmamalısınız. 
Bir çocuk ağlarken, onu susturmaya çalışmamalısınız. 
Bir çocuk ağlarken, anlamsız bakışlarınızı ona yöneltmemelisiniz. 

Bir çocuk ağlarken...

Ben ağlarken.
Sen ağlarken. 
O ağlarken.

Bir çocuk ağlarken... 

O gözyaşı sizin. O gözyaşı bizim. O gözyaşı onların. 

Bir çocuk ağlarken;
Elinizi, yanağından süzülen gözyaşını silmek için yüzüne doğru götürmelisiniz. 
Bir çocuk ağlarken; 
Saçlarını okşamalısınız. 
Bir çocuk ağlarken; 
Ona sarılmalısınız. 
Bir çocuk ağlarken; 
Ona inanmalısınız.
Bir çocuk ağlarken; 
Onu sevmelisiniz. 

Ve hatta ağlamıyorken. Ve bir de susmuş ise. Derdini anlatamıyor ise. Elinin tersiyle gözyaşını siliyor ise. Usulca kaldırım taşlarına bakıyor ise.

Bir çocuk ağlarken...

Eğer bir çocuğu ağlıyorken görürseniz, hayatınızdaki tüm sarılma bonuslarını ona harcamayı deneyin. 
Bilemesek de, duyamasak da, anlayamasak da, hissedemesek de...
Bir çocuk ağlarken.

Ayakkabı boyalarını mı çaldırmıştı birine? Babasının zoruyla bir mekana girip, garsonlar tarafından itilmiş miydi? Elindeki tüm mendilleri satamamış mıydı? Oyuncağını mı kaybetmişti? Annesi mi ölmüştü? Dayak mı yemiş, sevgi mi görememişti?
Bilemeyiz!

"Sınanmadığınız bir acı üzerine konuşmak her zaman kolaydır." 

Bu sefer sınanmayı beklemeden saramaz mıyız bu yavrucağı?
Yavrucağa bir el olamaz veyahut kollarımızın arasına alamaz mıyız? 
Sattığı mendil ile gözyaşını silemez miyiz? 
İtildiğinden ötürü buruşan bozuk para bardağına üç kuruş atamaz mıyız?
Onu itenlerin önüne geçip, onu arkamıza alamaz mıyız? 
Sevemez miyiz? 
Üzülemez miyiz?
Merhamet edemez miyiz? 
Gözyaşını paylaşamaz mıyız? 

Bir çocuk ağlarken...

Yüreğimin yangınını harlıyor yavrucakların gözyaşları. 
Zihnim ağlıyor, bir çocuk ağlarken. 
Kalbimde, tedavisi olmayan bir yara açılıveriyor. 

Bir çocuk ağlarken... 

Ben bin defa ağlıyor ve bin defa ölüyorum. 

Bir çocuk ağlarken...


GEÇ KALMALAR

7 Eylül 2015 Pazartesi

Geç kalınan her şey can sıkıcıdır.
Can sıkıcı ve can acıtıcı...

Gitmek isteyene kal demek zorken, gitmek istemeyeni itmek daha zordur.
İçiniz yangın yeri iken, dışınız buzdan dağlar ile örülü olmalıdır. Olmalıdır ki 'can' tek taraflı sıkılsın. Tek taraflısı yansın. Tek taraflı acısın. Tek. Ve yalnız. Yapayalnız.

Doğrularınız ve yanlışlarınız tartışılırken, bir noktada tek ruh olup birbirinizi tamamlamanız nasıl da güven verici. Nasıl da iç rahatlatıcı, nasıl da sarılası bir duygu bu.
Merhamete sarılmak diye bir şey var. Herkes bilmez bunu. Herkes görmez, herkes duymaz.
Diliniz 'git!' emirleri yağdırırken, yüreğinizin kalmak fiilinin yalvarışını çekimliyor olması ve bunun görülmesi nasıl hissettirir bilir misiniz? Depremzede gibi. Enkaz altından sesinizi duyuruyormuşsunuz gibi. Yangın içerisindeyken gelen itfaiye merdiveni gibi. Rüzgarda bir çatı gibi.
Gibi ve gibi...

Elleriniz karşınızdakini iterken, parmaklarınızın omuzlarını kenetlemesi nasıldır bilir misiniz?
Bilir misiniz bir noktada buluşup kalbini yastık yapmayı ve uyumayı?
Bilir misiniz bir noktadayken ruhundan kesik bir ayna parçasında kendinizi görmeyi?
İstedikleriniz ve hayalleriniz süslenirken biraz biraz, bilir misiniz başka hayallere doğru ellerinizden kayıp gitmesini bazı şeylerin?
Tanıdık mıdır bu duygular size?
Bana tanıdık.
Bana yabancı değil.
Bana yakın.
Bana.
Ben....

Hazır olmadığınız uğurlamaların el sallamak zorunda olanısınız.
Yağmur yağarken şemsiye açmak yasaktır size.
Kar yağarken çıplak ayakla yürümek zorunda kalansınız.
Rüzgarlı bir havada gözüne toz kaçan o talihlisiniz.
Dalgalı bir denizde bahtsız balıkçı.
Ve belki balıkçı kayığı.
Terk edilmiş bir balıkçı kayığısınız.
Uzaktan izlemek yok mu o balıkların mutluluğunu...
Balıkların ve balık tutanların bordo gülüşlerini.
Beyaz oltalarını.
Eve dönerken kovası dolu bir baba-oğulun sevinçten korna çalışını.
Düğün konvoyunu kesen yalın ayak çocukları.
Ve daha niceleri...

Kalan olmak, seyirci olmaktır.
Seyirci kalmaktır.
Zamanın ilaç olduğunu söyleyecek birazdan yoldan geçenler.
Ve yoldan geçenler bilemeyecekler ki 'zaman'a bırakmak demek, her şeye geç kalmak demek.
Müdahale edilemeyen bir hasta misali.
'Zaman'a bırakmak zorunda kalmak çok acı.
Acı,çok garip.
Hayat, çok garip.
Tüm bu gariplikler, daha da garip.
Vesselam!



Beyza S.


AYNA DA AYNAYMIŞ HA!

30 Ağustos 2015 Pazar

İnsanlar...
Uzaktan geliyor sesleri.
Boğuk boğuk.
Suyun altındayım, duyuyorum;
Gürültü;
Bir şeyler kovalanıyor,
Bir şeyler söylemek isteniyor,
Söylenemiyor.

Makyözler...
Nasıl bu kadar başarılılar?
Ne de gerçekçi duruyor yüzler.
İnsanların çoğu bu işte başarılı.
Olmadığını oldurmak...
Böyle değilsin ki sen, neden bu çaba?

Ahmaklar...
Vicdan muhasebesinden uzaklar, yanaşmazlar.
Bencillikleri içinde siyahlaşıyorlar.
Hakikati görmüyorlar.
Zorla güzellik olur mantığıyla yaşayanlar;
Çıkarları için dört ayak üstünde yürümekten gocunmazlar.
Kula kulluk eden acizler;
Kulluk edilmesi gerekene yüz çeviren, kurak topraklar.

Aynalar...
Doğrusu güzel icat.
Ne isen, o'sun karşısında.

Aynaya bakıyorum, ben benim.
İçim boş; içi kurumuş bir liman.
Kafam dolu; Ağaçsız orman misali, kesik kesik.

Ayna ayna!
Söyle bana!
Ben ben miyim?
Ben, ben isem;
Onlar kim?
Nereye gidiyoruz?
Biz, kimiz?

...



Beyza S.

ÇALINTI İHBARI

20 Ağustos 2015 Perşembe

Gitmek.
Kaçmak.
Kalmak.
Savaşmak.
Hangisi?
Bilmiyorum.
Peki çocukluğum?
Göremiyorum.
Kör oldum.
Çalınmış bir şeylerim var.
Gözlerimi çaldılar. Kör oldum.
Ruhumu çaldılar. Kayboldum.
Kalan olmamak için, giden oldum.
Korkak oldum.

Çocukken, belki şimdi bile, hep bir gitme arzusu vardı bende.
Boyundan büyük bavula sahip insanları kıskanırdım.
Çocukken daha istasyonu dahi görmemişken bir trene atlayıp kaçma arzum vardı. Daha tren nedir bilmemişken!
Kaçmak mıydı asıl mesele gitmek mi, meçhul.
Zihnime ve kalbime ağır gelen şeylerden daima kaçmıştım sanırım.
Şimdilerde de firar etmek istemiyorum değil.
İçimi nahoş kılan bir serinlik eşliğinde boyumdan büyük bir bavul ile atlamak istiyorum o gürültüsüne tahammül edemediğim trene.
Çocukluk hayalleri mi bu, sanmıyorum.
Bir kafesin içine sıkıştırılmış kafatasından başka ne olabilir.

Gitmek en büyük tutkudur bazıları için, en arzulusundan.
Bilhassa kalacak gücü olmayan bitap ve biçare yürekler için...


Beyza S.

BİLMİYORUM

Yazmayı çok özlemişim.
Özlemenin ne demek olduğunu bilmiyorum. Bana inanan birileri var.
Mor kalemi çok seviyorum. Kalemleri çok seviyorum. Moru çok seviyorum.
Sevmenin ne demek olduğunu bilmiyorum. Ama sevmek daha tanıdık özlemekten. Sanki onu daha iyi biliyorum.
Yollarla, renklerle, tabaklarla, seslerle garip bir ilişkim var. Varmış. Bana garip gelmedi hiç. Başkalarına garip gelene kadar..
Birileri isimler buldu, isimler koydu. Kim buldu sevmek’i?
Sevgiliye kim sevgili dedi?

Abim. Biricik abim. Herşeyim.
‘Ne var bu sokaktan gitsek. Bu yol daha kısa Merve. Neden başka sokak? Neden garip ilişkiler kuruyosun her şeyle?’
Cevabını bilmiyordum. Ama o sokaktan gitmek istemiyordum işte. Neden garipti ki bu?
Neden hep suçlanmam? Garipsenmem? Neden çok iyi bildiğimi size anlatamıyorum? Neden görmüyorsunuz?
Hayalet değilim.Tuhaf değilim.Deli değilim ben.
İnsanım.
Bir kalbim var. Hislerim var. Zaaflarım var. Çok büyük hatalarım var.
Sizin dilinizi bilmiyorum. Anlatamıyorum işte. Soyutlayan ben değilim kendimi. 21 yaşıma dek siz garipsediniz beni.

Öfkeliyim. Çok öfkeliyim.
Öfke nedir bilmiyorum. Ama çok öfkeliyim. Çok öfkeliyim. Çok öfkeliyim.
Çok seviyorum. Sevmek nedir bilmem ben. Ama çok seviyorum.
Yolları çok seviyorum. Şiirleri çok seviyorum.
Güzel sesleri çok seviyorum. Özlemek’i çok seviyorum.
Mira’mı çok seviyorum. Ne olur ölmesin.
Saatimi çok seviyorum.
İnsanları çok seviyorum.
Sevmeyi çok seviyorum.
Sevmek nedir bilmiyorum. Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum
Ne olur görseniz içimi?
Susmayı çok seviyorum.



Merve Ş.

YARIM

18 Ağustos 2015 Salı

Sayfaya ortasından başlamak.Veya tükenmez kalemle yazabilmek duyguları..Çok basit
görünür,aslında çok şey ifade eder.

Ortasından ve paragrafsız başlıyorum yazmaya.Çünkü ucu açık yaşadıklarımın.O kadar geride ki nedenleri;kimini hatırlamıyorum,kimini hatırlamak istemiyorum.’’Başı boş’’ bu yüzden yazdıklarımın.
O sebeplere ihanet etmeden ama dile de getirmeden saygıyla boş bırakıyorum yerlerini..

Artık tükenmeyenleri tükenmezle yazmanın vakti.Silmenin,geri dönmenin,yalanın imkansızlığı için. Kanmak,kandırmak yok artık.Vakit hakikatın vakti..

Hiçbiri zor değil aslında. Anlamak,anlatmak,yaşamak,öğrenmek. Zor olarak sunulur önümüze. Ki hiç elimizi sürmeden ona buna,öylesine yaşayıp gidelim. Oysa iş her zaman elimizi sürmemizi beklemez. Belki daha zor bir zamana,zor bir yaşama ertelenir sadece. Ama yok olmaz..

Ağlayan insana gülersiniz mesela.Hatta belki siz zorlasanız kendinizi ağlayamazsınız. Ve bunun hep böyle sürüp gideceğini sanarsınız. Ta ki en ufak bir yaşanmışlığa  kadar. Hele ki elverişsiz bir zamanın tam ortasında yakalamışsa sizi o yaşanmışlık,işte o zaman tek gülebileceğiniz şey o vakte kadar nasıl olup da ağlamamış olmanızdır..
Hayat çok güzeldir örneğin.Her ne olursa olsun  yaşamaya değerdir. Kendini öldürenleri hiç anlamamış hatta onlara çoğu zaman delirmiş etiketi yapıştırmışsınızdır. Fakat o her şeyi yaşamaya değer olan hayat sizin de intiharın en azından aklınızdan geçmesini sağlamışsa bir gün,işte o gün daha da yaşamaya değer bir hal almış demektir.

Masallara inanma ihtiyacı,eskinin özlemi (bir film,bir şarkı,eski bir aşk özlemi..) bu yaşanmışlıkların yastığıdır. Uyanamaz,hep bir depresif rehavetle o yastığa sarılırsınız. Sarıldıkça yaklaşacağını sanarsınız. Ama o hep aynı mesafededir. Buna rağmen bu yastık avutur hep sizi. Başka kimsenin bilmediği anlamadığı her şeydir çünkü o. O yok olduğunda yeniden terkedilmiş hissi doğacaktır yaşamınıza ve bunu çok iyi bilirsiniz. Bu yüzden daha da sıkı sarılırsınız ona.

Hayatın gerçeklerinden biri:Kendi gücümüzle yaklaştırdığımızı sandığımız her şey bizden adım adım uzaklaşır... Başlarda farkedemesek de zamanla somut bir hal alır. İşte yeni bir yalnızlık yeni bir hüzün. Ne yapacağınızı bilememek takip eder bunları. Birbirini doğuran sebepleri sırası geldikçe yaşar durursunuz. Hayat böylelikle kıyıdan kıyıya sürekler sizi..

Çok kolaymış değil mi? Bunları yaşamak o kadar çok bilinç yükler ki omuzlarınıza,bile bile hata yapma şansınız kalmaz artık. Böylelikle artık mutlu olduklarınızı değil,mecbur olduklarınızı yaşarsınız.
Bundan sonrasında yaşamak ya da ölmek kararı size kalmıştır.
Ama unutmamalısınız: Bilerek hata yapamazsınız.Yani yaşamak istemiyorsanız eğer ve bu bir hataysa ve de onun farkındaysanız yaşamayı seçmek zorundasınız. Çünkü yaşamanız gereken isteğiniz değil mecbur olduğunuzdur artık.

Evet! Zor sayılmaz değil mi?..



Merve Ş.

HİÇLİKTEN HİÇLİĞE...

13 Ağustos 2015 Perşembe

O, hayatı boyunca uçurtma görmemişti.
Bir kez bile olsun, herhangi bir uçurtmaya yakından bakmamış veyahut dokunmamıştı.
Uçurtmayı gökyüzüne nasıl salacağını bilmiyordu da. Ona öğretmemişlerdi.
Bir sahil kenarında, kendi çaplarında festival yapan çekirdek ailelere imrenirdi, bunun ne kadar amerikavari olduğunu bilse de...
Uçurtma adına bildiği ve gördüğü tek şey, Avrupalı ailelerin piknik sonrası gülüşmeleriydi.
Ne uçurtmayı gökyüzüne salmıştı, ne de gökyüzüne salınan uçurtma eşliğinde gülüşmüştü.
Zaten o, balonları (uçan balonları) daha çok seviyordu. Lakin balon da alınmamıştı ona, onu da gönlünce gökyüzüne salamamıştı.

Birilerinin ona kısa ve mutlu anları öğretmesi lazım geliyordu.
Bisiklet sürmeyi öğrenmesi gerekirdi, öğrenirken düşmesi gerekirdi. Düştükten sonra ise kalkması, kaldırılması gerekirdi.
Kalbinde hissettiği bir gülümseme olması gerekirdi, zihnine yeni çiçekler ekmesi gerekirdi.

Kırmızı kabanının cebine yerleştirmişti minik ellerini.
Sahil boyu yürüdü.
Yürüdü ve yürüdü.
Kafasının içinde durmadan yeni öğrendiği kelime ışıldıyordu.
"Namütenahi"...
Bunun anlamı sonsuzluktu.
Ve kırmızı kabanlı minik kız bu kelimeyi oldukça sevmişti. Adeta kelimeye sıkı sıkı sarılmak istiyordu.
İstiyordu ama sıkı sıkıya sarılırsa, bir gün kelimenin yok olacağından korkuyordu.

Sonsuz bir hiçliğe hızlı adımlarla ilerliyordu sanki.
Sonsuz bir hiçlik nasıl zordur bilir miydi tüm bu insanlar? Hiçlikte yüzmek nedir bilir miydi?
Tüm bu düşünceleri def etmek için başını gökyüzüne doğru kaldırdı.
Bildiği ve emin olduğu tek şey vardı.

Bildiği ve emin olduğu tek şey; gönlünce bir şeyler yapma isteğiydi.
Tıpkı bir kanser hastasının son zamanlarını gönlünce geçirmesi gibi.
Gökyüzü gibi, deniz gibi, İstanbul gibi...
Gönlünce!



Beyza S.

GİDENLER ÜZERİNE...

6 Ağustos 2015 Perşembe

Gittiler.
Gitmesi gerekenler, elbet bir gün gideceklerdi. Ve gittiler.
Sahi, gitmeli miydiler? Bu bir zorunluluk muydu yoksa tercih miydi? Bu bir oyun muydu yoksa paradoks muydu?
Ya gitmeselerdi?
Ne yapardık o vakit bizler? Ne söylerdik? Daha mı sıkı sarılırdık? Daha mı dik dururduk kapının eşiğinde?
Gidenler şayet gitmeselerdi, bizler bugün bu mevkide olabilir miydik?

Bir otelin lobisini anımsatıyor tüm tanıştığım insanlar. Hepsi sanki kollarındaki saate bakıyor.
Kimisi yemeğe, kimisi güzel bir uyku çekmeye odasına, kimisi de bir kulübe gidiyor.
Hepsi birer "gidici" niteliğiyle beliriyor lobide.
Hepsi birer gidiciydi. Gittiler. Gitmeliydiler.
Ben ise, lobinin koltukları gibi hissediyorum kendimi. Her şeye şahitlik eden o koltuklar gibi.
Gelip oturuyorlar, bekleyeceklerini bekliyorlar, bazen konuşuyorlar, bazense ayakta uyukluyorlar.
Amma ve lakin gidiyorlar en nihayetinde. Gittiler de. Ve sanırım gitmeliydiler de.
El sallamak, uğurlamak nasıl bir duygu bilir misiniz? Bir de sevilen bir lobi bekleyicisi ise...
Ve bir de değer vermişseniz, merhamet etmişseniz, ihtiyacınız varsa...

Gittiler. Gidiyorum demeden, gitmeleri gerektiğini haber vermeden.
'Kalan' siz, 'bölünen' siz. Bölüm işlemi de onlara ait elbette, onlara layık, onlara yakışır.
Gittiler. Gitmeleri gerekiyordu.
Böldüler.
Bölmeleri gerekiyor muydu? Bölmeden gidemiyorlar mıydı?
Parçalamadan, bölmeden, kırıp dökmeden gidemezler miydiler?
En azından bir sağlama yapsalardı diyorum. 'Kalan' olabiliyor muyuz, bunun sağlamasını yapsalardı. Yapsalardı ki doaçlama oyuncusu misali kalmasaydık lobide.

Lobide...
Yalnız ve bölünmüşçesine.
Lobide...
Kalmışçasına, gidememişçesine, gitmemişçesine.
Lobide...
Yapayalnızca ve ağlayamamışçasına.



Beyza S.

UZAKLAR, YAKIN OLSA!

6 Temmuz 2015 Pazartesi



Her şey geçmişte mi kaldı?
Ya da baştan beri böyle miydi, biz mi göremiyorduk?
Ne bileyim...
Sanki hatıraların acısını da tatlısını da ayıramaz olduk.
Büyük küçük ayırt edemez mi olduk ya da sevgi ile saygıyı ayıramaz mı olduk?
Bilemiyorum.

Cahillik midir mutluluk, yoksa bilgelik mi? Hangisi acıyı derin yaşayıp hangisi mutluluğu havada kapar?
Zihnimde o kadar soru işareti var ki, yeri geliyor ağzıma bir bant yapıştırmak zorunda kalıyorum.
Zihnimin kapılarını aralamak o denli büyük iş ki...
Gitmek istedim uzaklara, ve hala da istiyorum. Sevebileceğim uzaklar olsun istiyorum.
Dil lâl olmuş iken, gözler bülbül olsun istiyorum.

Uzak diyarların herhangi bir vadisinde gün batımını izlemek istiyorum. Güneş bana veda ederken, çimenlere uzanıp bencilce oksijeni sömürmek istiyorum.
Zihnim ve kalbimin çokça havaya, çokça merhamete ihtiyacı var.
Çokça hava, çokça merhamet…

İsmet Özel'in bir dizesi düşer hatrıma sık sık;

"Ben atlara ve uzaklara hayrandım"


Öyle ya, uzaklar...
Uzaklar çekiyor içim, uzaklara aşeriyorum.
Şairler ne güzel adamlar vesselam!


Beyza S.




GECEYE

Gecenin buz gibi kollarına bırakıyorum kendimi.
Üşüyorum. Üşümek neden aşkı hatırlatıyor bana.
Unutuyorum. Tüm kırgınlıklarımı, hırçın yalnızlıklarımı, kasvetli suskunluklarımı. Aşkı hatırlıyorum. Gecenin içinde aşk. Gece beni sardıkça aşkın kollarındayım.
Güven dolu serin hava. Mutlu oksijen. Sonsuz gökyüzü. Üçünün arasındayım. Unutuluşta, yok oluştayım.

Üşüyorum.

Gecekondular, tren garları, ıssız otoyollar, korkunç ormanlar, son model arabalar, hiç tanımayacağım insanlar benle üşüyor. Sen üşümüyorsun. Yalnızlığımla üşüyorum.
Sonu gelmeyecek yarınlara kadar sana açtığımı sandığım kollarım başıboş. Gece sahiplendi onları da. Koynumda kucak dolusu karanlıklar…
Uzun zamandır, karanlıktayım.


Gözlerim ay ışığıyla dolu. Bariz ışık yok artık hayatımda. Güneşim yok. Güneş nefret ve acıyla dolu, katlanamıyor gözlerim. Ay, gece ve ben varım. Gece oldukça ben varım. Her sessizlikte, her suskunlukta ben varım.

Bir yok oluşla girdim geceye. Bir aşkın sonunda. Hırsla öfkeyle, acıyla, hüsranla. Şimdi ona aşığım. Gece elimi avucumu dolduran, beni kendimle tanıştıran, yalnızlığımla barıştıran, sana nefretimi unutturan, masal tadında aşk öyküsünü her gün kulağıma fısıldayan bir kahraman. Gece, kimse kim. Her gün yanıma uğrayan sadık, fedakar, düşünceli dost.

Üşümeyi, yağmuru, çatıyı, gökyüzünü, dünyayı ve seni sevdiren, bazen avutmak için pembe yalanlar uyduran, dünyada beni sarhoş etmesine izin vereceğim tek içkim. Hayatı unutturan, umursamamayı öğreten, başımı döndüren uyuşturucum.

Gece varsa sen varsın ve gece varsa ben varım. Ben geceyi keşfettim, onunla yaşıyorum. Gece içimde ölmeyecek ben onun içinde öleceğim.


Merve Ş.