AYNA DA AYNAYMIŞ HA!

30 Ağustos 2015 Pazar

İnsanlar...
Uzaktan geliyor sesleri.
Boğuk boğuk.
Suyun altındayım, duyuyorum;
Gürültü;
Bir şeyler kovalanıyor,
Bir şeyler söylemek isteniyor,
Söylenemiyor.

Makyözler...
Nasıl bu kadar başarılılar?
Ne de gerçekçi duruyor yüzler.
İnsanların çoğu bu işte başarılı.
Olmadığını oldurmak...
Böyle değilsin ki sen, neden bu çaba?

Ahmaklar...
Vicdan muhasebesinden uzaklar, yanaşmazlar.
Bencillikleri içinde siyahlaşıyorlar.
Hakikati görmüyorlar.
Zorla güzellik olur mantığıyla yaşayanlar;
Çıkarları için dört ayak üstünde yürümekten gocunmazlar.
Kula kulluk eden acizler;
Kulluk edilmesi gerekene yüz çeviren, kurak topraklar.

Aynalar...
Doğrusu güzel icat.
Ne isen, o'sun karşısında.

Aynaya bakıyorum, ben benim.
İçim boş; içi kurumuş bir liman.
Kafam dolu; Ağaçsız orman misali, kesik kesik.

Ayna ayna!
Söyle bana!
Ben ben miyim?
Ben, ben isem;
Onlar kim?
Nereye gidiyoruz?
Biz, kimiz?

...



Beyza S.

ÇALINTI İHBARI

20 Ağustos 2015 Perşembe

Gitmek.
Kaçmak.
Kalmak.
Savaşmak.
Hangisi?
Bilmiyorum.
Peki çocukluğum?
Göremiyorum.
Kör oldum.
Çalınmış bir şeylerim var.
Gözlerimi çaldılar. Kör oldum.
Ruhumu çaldılar. Kayboldum.
Kalan olmamak için, giden oldum.
Korkak oldum.

Çocukken, belki şimdi bile, hep bir gitme arzusu vardı bende.
Boyundan büyük bavula sahip insanları kıskanırdım.
Çocukken daha istasyonu dahi görmemişken bir trene atlayıp kaçma arzum vardı. Daha tren nedir bilmemişken!
Kaçmak mıydı asıl mesele gitmek mi, meçhul.
Zihnime ve kalbime ağır gelen şeylerden daima kaçmıştım sanırım.
Şimdilerde de firar etmek istemiyorum değil.
İçimi nahoş kılan bir serinlik eşliğinde boyumdan büyük bir bavul ile atlamak istiyorum o gürültüsüne tahammül edemediğim trene.
Çocukluk hayalleri mi bu, sanmıyorum.
Bir kafesin içine sıkıştırılmış kafatasından başka ne olabilir.

Gitmek en büyük tutkudur bazıları için, en arzulusundan.
Bilhassa kalacak gücü olmayan bitap ve biçare yürekler için...


Beyza S.

BİLMİYORUM

Yazmayı çok özlemişim.
Özlemenin ne demek olduğunu bilmiyorum. Bana inanan birileri var.
Mor kalemi çok seviyorum. Kalemleri çok seviyorum. Moru çok seviyorum.
Sevmenin ne demek olduğunu bilmiyorum. Ama sevmek daha tanıdık özlemekten. Sanki onu daha iyi biliyorum.
Yollarla, renklerle, tabaklarla, seslerle garip bir ilişkim var. Varmış. Bana garip gelmedi hiç. Başkalarına garip gelene kadar..
Birileri isimler buldu, isimler koydu. Kim buldu sevmek’i?
Sevgiliye kim sevgili dedi?

Abim. Biricik abim. Herşeyim.
‘Ne var bu sokaktan gitsek. Bu yol daha kısa Merve. Neden başka sokak? Neden garip ilişkiler kuruyosun her şeyle?’
Cevabını bilmiyordum. Ama o sokaktan gitmek istemiyordum işte. Neden garipti ki bu?
Neden hep suçlanmam? Garipsenmem? Neden çok iyi bildiğimi size anlatamıyorum? Neden görmüyorsunuz?
Hayalet değilim.Tuhaf değilim.Deli değilim ben.
İnsanım.
Bir kalbim var. Hislerim var. Zaaflarım var. Çok büyük hatalarım var.
Sizin dilinizi bilmiyorum. Anlatamıyorum işte. Soyutlayan ben değilim kendimi. 21 yaşıma dek siz garipsediniz beni.

Öfkeliyim. Çok öfkeliyim.
Öfke nedir bilmiyorum. Ama çok öfkeliyim. Çok öfkeliyim. Çok öfkeliyim.
Çok seviyorum. Sevmek nedir bilmem ben. Ama çok seviyorum.
Yolları çok seviyorum. Şiirleri çok seviyorum.
Güzel sesleri çok seviyorum. Özlemek’i çok seviyorum.
Mira’mı çok seviyorum. Ne olur ölmesin.
Saatimi çok seviyorum.
İnsanları çok seviyorum.
Sevmeyi çok seviyorum.
Sevmek nedir bilmiyorum. Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum. Seviyorum
Ne olur görseniz içimi?
Susmayı çok seviyorum.



Merve Ş.

YARIM

18 Ağustos 2015 Salı

Sayfaya ortasından başlamak.Veya tükenmez kalemle yazabilmek duyguları..Çok basit
görünür,aslında çok şey ifade eder.

Ortasından ve paragrafsız başlıyorum yazmaya.Çünkü ucu açık yaşadıklarımın.O kadar geride ki nedenleri;kimini hatırlamıyorum,kimini hatırlamak istemiyorum.’’Başı boş’’ bu yüzden yazdıklarımın.
O sebeplere ihanet etmeden ama dile de getirmeden saygıyla boş bırakıyorum yerlerini..

Artık tükenmeyenleri tükenmezle yazmanın vakti.Silmenin,geri dönmenin,yalanın imkansızlığı için. Kanmak,kandırmak yok artık.Vakit hakikatın vakti..

Hiçbiri zor değil aslında. Anlamak,anlatmak,yaşamak,öğrenmek. Zor olarak sunulur önümüze. Ki hiç elimizi sürmeden ona buna,öylesine yaşayıp gidelim. Oysa iş her zaman elimizi sürmemizi beklemez. Belki daha zor bir zamana,zor bir yaşama ertelenir sadece. Ama yok olmaz..

Ağlayan insana gülersiniz mesela.Hatta belki siz zorlasanız kendinizi ağlayamazsınız. Ve bunun hep böyle sürüp gideceğini sanarsınız. Ta ki en ufak bir yaşanmışlığa  kadar. Hele ki elverişsiz bir zamanın tam ortasında yakalamışsa sizi o yaşanmışlık,işte o zaman tek gülebileceğiniz şey o vakte kadar nasıl olup da ağlamamış olmanızdır..
Hayat çok güzeldir örneğin.Her ne olursa olsun  yaşamaya değerdir. Kendini öldürenleri hiç anlamamış hatta onlara çoğu zaman delirmiş etiketi yapıştırmışsınızdır. Fakat o her şeyi yaşamaya değer olan hayat sizin de intiharın en azından aklınızdan geçmesini sağlamışsa bir gün,işte o gün daha da yaşamaya değer bir hal almış demektir.

Masallara inanma ihtiyacı,eskinin özlemi (bir film,bir şarkı,eski bir aşk özlemi..) bu yaşanmışlıkların yastığıdır. Uyanamaz,hep bir depresif rehavetle o yastığa sarılırsınız. Sarıldıkça yaklaşacağını sanarsınız. Ama o hep aynı mesafededir. Buna rağmen bu yastık avutur hep sizi. Başka kimsenin bilmediği anlamadığı her şeydir çünkü o. O yok olduğunda yeniden terkedilmiş hissi doğacaktır yaşamınıza ve bunu çok iyi bilirsiniz. Bu yüzden daha da sıkı sarılırsınız ona.

Hayatın gerçeklerinden biri:Kendi gücümüzle yaklaştırdığımızı sandığımız her şey bizden adım adım uzaklaşır... Başlarda farkedemesek de zamanla somut bir hal alır. İşte yeni bir yalnızlık yeni bir hüzün. Ne yapacağınızı bilememek takip eder bunları. Birbirini doğuran sebepleri sırası geldikçe yaşar durursunuz. Hayat böylelikle kıyıdan kıyıya sürekler sizi..

Çok kolaymış değil mi? Bunları yaşamak o kadar çok bilinç yükler ki omuzlarınıza,bile bile hata yapma şansınız kalmaz artık. Böylelikle artık mutlu olduklarınızı değil,mecbur olduklarınızı yaşarsınız.
Bundan sonrasında yaşamak ya da ölmek kararı size kalmıştır.
Ama unutmamalısınız: Bilerek hata yapamazsınız.Yani yaşamak istemiyorsanız eğer ve bu bir hataysa ve de onun farkındaysanız yaşamayı seçmek zorundasınız. Çünkü yaşamanız gereken isteğiniz değil mecbur olduğunuzdur artık.

Evet! Zor sayılmaz değil mi?..



Merve Ş.

HİÇLİKTEN HİÇLİĞE...

13 Ağustos 2015 Perşembe

O, hayatı boyunca uçurtma görmemişti.
Bir kez bile olsun, herhangi bir uçurtmaya yakından bakmamış veyahut dokunmamıştı.
Uçurtmayı gökyüzüne nasıl salacağını bilmiyordu da. Ona öğretmemişlerdi.
Bir sahil kenarında, kendi çaplarında festival yapan çekirdek ailelere imrenirdi, bunun ne kadar amerikavari olduğunu bilse de...
Uçurtma adına bildiği ve gördüğü tek şey, Avrupalı ailelerin piknik sonrası gülüşmeleriydi.
Ne uçurtmayı gökyüzüne salmıştı, ne de gökyüzüne salınan uçurtma eşliğinde gülüşmüştü.
Zaten o, balonları (uçan balonları) daha çok seviyordu. Lakin balon da alınmamıştı ona, onu da gönlünce gökyüzüne salamamıştı.

Birilerinin ona kısa ve mutlu anları öğretmesi lazım geliyordu.
Bisiklet sürmeyi öğrenmesi gerekirdi, öğrenirken düşmesi gerekirdi. Düştükten sonra ise kalkması, kaldırılması gerekirdi.
Kalbinde hissettiği bir gülümseme olması gerekirdi, zihnine yeni çiçekler ekmesi gerekirdi.

Kırmızı kabanının cebine yerleştirmişti minik ellerini.
Sahil boyu yürüdü.
Yürüdü ve yürüdü.
Kafasının içinde durmadan yeni öğrendiği kelime ışıldıyordu.
"Namütenahi"...
Bunun anlamı sonsuzluktu.
Ve kırmızı kabanlı minik kız bu kelimeyi oldukça sevmişti. Adeta kelimeye sıkı sıkı sarılmak istiyordu.
İstiyordu ama sıkı sıkıya sarılırsa, bir gün kelimenin yok olacağından korkuyordu.

Sonsuz bir hiçliğe hızlı adımlarla ilerliyordu sanki.
Sonsuz bir hiçlik nasıl zordur bilir miydi tüm bu insanlar? Hiçlikte yüzmek nedir bilir miydi?
Tüm bu düşünceleri def etmek için başını gökyüzüne doğru kaldırdı.
Bildiği ve emin olduğu tek şey vardı.

Bildiği ve emin olduğu tek şey; gönlünce bir şeyler yapma isteğiydi.
Tıpkı bir kanser hastasının son zamanlarını gönlünce geçirmesi gibi.
Gökyüzü gibi, deniz gibi, İstanbul gibi...
Gönlünce!



Beyza S.

GİDENLER ÜZERİNE...

6 Ağustos 2015 Perşembe

Gittiler.
Gitmesi gerekenler, elbet bir gün gideceklerdi. Ve gittiler.
Sahi, gitmeli miydiler? Bu bir zorunluluk muydu yoksa tercih miydi? Bu bir oyun muydu yoksa paradoks muydu?
Ya gitmeselerdi?
Ne yapardık o vakit bizler? Ne söylerdik? Daha mı sıkı sarılırdık? Daha mı dik dururduk kapının eşiğinde?
Gidenler şayet gitmeselerdi, bizler bugün bu mevkide olabilir miydik?

Bir otelin lobisini anımsatıyor tüm tanıştığım insanlar. Hepsi sanki kollarındaki saate bakıyor.
Kimisi yemeğe, kimisi güzel bir uyku çekmeye odasına, kimisi de bir kulübe gidiyor.
Hepsi birer "gidici" niteliğiyle beliriyor lobide.
Hepsi birer gidiciydi. Gittiler. Gitmeliydiler.
Ben ise, lobinin koltukları gibi hissediyorum kendimi. Her şeye şahitlik eden o koltuklar gibi.
Gelip oturuyorlar, bekleyeceklerini bekliyorlar, bazen konuşuyorlar, bazense ayakta uyukluyorlar.
Amma ve lakin gidiyorlar en nihayetinde. Gittiler de. Ve sanırım gitmeliydiler de.
El sallamak, uğurlamak nasıl bir duygu bilir misiniz? Bir de sevilen bir lobi bekleyicisi ise...
Ve bir de değer vermişseniz, merhamet etmişseniz, ihtiyacınız varsa...

Gittiler. Gidiyorum demeden, gitmeleri gerektiğini haber vermeden.
'Kalan' siz, 'bölünen' siz. Bölüm işlemi de onlara ait elbette, onlara layık, onlara yakışır.
Gittiler. Gitmeleri gerekiyordu.
Böldüler.
Bölmeleri gerekiyor muydu? Bölmeden gidemiyorlar mıydı?
Parçalamadan, bölmeden, kırıp dökmeden gidemezler miydiler?
En azından bir sağlama yapsalardı diyorum. 'Kalan' olabiliyor muyuz, bunun sağlamasını yapsalardı. Yapsalardı ki doaçlama oyuncusu misali kalmasaydık lobide.

Lobide...
Yalnız ve bölünmüşçesine.
Lobide...
Kalmışçasına, gidememişçesine, gitmemişçesine.
Lobide...
Yapayalnızca ve ağlayamamışçasına.



Beyza S.